Köklerimdeki Şaman
Şamanizm, doğada bulunan çeşitli olguların gücünden faydalanarak bazı yöntemlerin ve ritüellerin uygulanmasına dayalı bir inanç sistemidir. Bir sorunu, doğada var olan soyut güçlerin yardımıyla çözmeye çalışmaktır, evrensel bütünlüğün kendi parçalarını kendi yöntemleriyle tamir etmesidir. Bu çözümü sağlamak için kullanılan ruhsal güçlerin aracısı da Türkçe adıyla KAM(şaman)’ lardır.
Bu sistemde önemli olan üç öğe; Doğa, Ruh ve İnsan’dır.
Şamanizm eski Asya dini diye tanımlansa da aslında bir din değil, yaşam biçimidir. Adının nerden doğduğu kesin olarak bilinmez ve üç ayrı iddia vardır bu konuda;
*Hindistanda Pali dilinde “ruhlardan esinlenen kişi” anlamına gelen “samana”dan,
* Sanskritçe’de “budacı rahip” anlamına gelen samanadan,
- Mançu dilinde “oynayan zıplayan, bir iş görürken sürekli olarak hareket eden” anlamındaki samandan türemiştir.
Bir tür epilepsi krizi diye bugünkü tıp tarafından tanımlanan bir kendinden geçme hali sırasında göklere yükselmek, bedeninden ayrılmak gibi translar gerçekleştiren Şamanların, bilinmeyen alemlerde dolaştığı, ve farklı varlıklarla iletişim kurdukları, dünyanın öbür ucunda bile olsa yardımcı ruhları çağırabildikleri söylenir. Bu çağrı sırasında özellikle davul ve tef kullanırlar. Modern bilimde ruhsal hastalıklar sınıfında tanımlanan bu haller eski Asya’da tam tersi bir üstünlük, farklılık ve güç temsil ederdi. Eski Asya’da şamanlar duygulu ve farklı bireylerinden seçilmekteydi. Bu kişiler trans durumuna geçebilme yeteneğine sahiptiler.
Çocukluk sırasında gösterdiği bazı belirtilerden bir kimsenin Şaman olup olamayacağı anlaşılmaktaydı. Şaman, ayin sırasında kasılıp titrer, göğsü daralır ve birtakım sesler çıkartarak ağlamaya başlar. Sonra hareket etmeye başlar ve taşkın hareketler yapar. Ağzından köpükler saçarak yere yıkılır.
Bu durumu inananlar tarafından Şaman’ın bu dünyadan koparak öbür dünyaya, yani ruhlar âlemine geçtiği şeklinde algılanır. Nöbet geçtiğinde ayağa kalkar ve davulunu belli bir ritimle çalmaya başlar. Kriz bitiminde beyin gücü en üst düzeydedir ve kişi olağanüstü dingin bir durumdadır. Şaman ayıldığı zaman öteki dünyadan haberler verir. (trans halinde beyin dalgalarının değiştiğini, dünyanın frekansını yakalayarak sezgisel bilincinin arttığını, artık bilimsel kanıtlarla biliyoruz)
Şamanlık bilgisi sadece öğrenmekle elde edilemez.
Şaman olmak için belli başlı bir Şaman’ın neslinden olmak gerekir. İnanca göre, geçmiş atalarının ruhundan biri, Şaman olacak torununa musallat olur; onu Şaman olmaya zorlar. Bu hale Altaylılar “töz basıp yat” (ruh basıyor) derler. Ata ruhunun musallat olduğu kimse Şamanlığı kabul etmezse deli olur. Bu anlatımla Şamanın ailesinde var olan özelliklerin nesilden nesile geçmesi nedeniyle Şamanlığın sadece eğitimle değil bir aile bağı ile devam ettiği anlaşılmaktadır. Şaman, kişi ayırt etmeksizin şifa vermek, manevi dünyayla irtibata geçip ruh ve insan arasındaki iletişimi sağlamak, danışmanlık yapmak zorundadır.
Orta Asya’da oluşan Şaman inancı göçlerle dünyanın çeşitli alanlarına yayılmıştır. Şamanlık Bering Boğazı ile Eskimolar’a, oradan da Kuzey Amerika’ya, Güney Amerika sahillerine, Hindistan üzerinden de Güney Asya adalarına yayılmıştır. Böylece Orta Asya, Sibirya, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında, Endonezya, Polenezya ve Avustralya’yı kapsayan dünyanın farklı bölgelerinde zamanla kendisine yer bulmuştur.
Şamanizm çok tanrılı çok ruhlu ve totemli gözükmekle beraber, aslında özellikle Türklerde var olan tek tanrı Gök Tanrısı’dır (Tengri). Şamanlar tanrının insanlarla veya başka cisimlerle tasvirini yapmamışlardır. Putlar da tanrının tasviri olarak yapılmamıştır.
Birinin çok sevdiği bir yakını öldüğünde onun modeli yapılmakta ve evde saklanmaktaydı. Bu modelin sanki yaşıyormuş gibi önüne yemekler konur, en sevilen şeylerin ilk lokmaları onunla paylaşılır, önünde saygı ile yere eğilinirdi. Bu davranış biçiminin zaman içinde putperestliğe dönüştüğü düşünülmektedir.
Asya’da yaşayan şaman Türkler, Müslüman olduklarında o eski alışkanlıklarını ve inançlarını yeni hayatlarına taşıdılar, Müslüman inançlarıyla harman edip yeni bir sentez oluşturdular. Bu sentez, özellikle Ahmet Yesevî’nin İslam yorumundaki sufî yorumudur. Sufîlik, yâni Tasavvuf, bu anlamda aslında İslâmiyet’in siyasal mücadelelere, hırs ve menfaate âlet edilmesine tepki aracı olarak ortaya çıkmış ve kullanılmıştır.
9. ve 10. y.y.’da Türkistan’daki dedeler, babalar, atalar; tıpkı şaman dedeler gibi nasihatler menkıbeler, meseller anlatan, halk üzerinde sevgi ve saygıdan kaynaklanan etkileri olan bilge kimselerdi. Daha sonra bu dedeler, babalar uzun yolculuklarla Anadolu’ya ulaştılar. Bunlar Anadolu’da, dede, baba, abdal ve gazi gibi adlarla dergahlar açtılar. Mevlânâ’lar, Hacı Bektaş Velî’ler, Ahî Evran Velî’ler, Abdal Musa’lar, Sarı Saltık’lar, Taptuk Emre’ler, Yûnus Emre’ler bu bilge ırmağın Anadolu’daki kollarıdır.
Bugün günlük hayatımızdaki birçok kültürel öğe İslam’dan önceki kültürün izlerini taşımaktadır. Yeni aya bakıp dilek tutmak, türbelere mum yakmak, ağaçlara bez bağlamak, müzikli ayinler, sayıların (özellikle kırk sayısı, ölünün kırkının yapılması)uğuru ya da özellikleri, mezartaşı( İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da vardır), kansız kurban yani eylemsel adaklar, köpek ulumasının uğursuz sayılması gibi dinin içine karışmış görünen pek çok olay Şamanizmden kalmadır. Nazar boncuğu, tahtaya vurma, elden makas bıçak almama, kurşun dökme adetleri yine şamanizmin devamıdır.
Anadolu’da dergahlardaki dedelik unvanı, soyu takip eder, ocaktan gelme dedelik ve pirlikler tıpkı şaman geleneğindeki gibi uygulanmaktadır ve dedelerin hastalara şifa verme gibi yetileri olduğuna inanılır.
Bugün artık bu inanç ve davranışlar o kadar iç içe geçmiştir ki, Türkiye’de milyonlarca insan kendi davranışlarının, binlerce yıl öncesi kültüründen geldiği bilmez ve bu inançlarının kutsal kitabında olduğuna inanır, öyle bilir. Çünkü pek çok kişi Kur’an’ı eline alıp ne diyor acaba diye okumaz, Arapçasını ezberler ve hatim ettiğini düşünür. Yıllar boyunca kıldığı namazda, Tebbet süresinde Ebu Leheb’e beddua ettiğini bilmeyen, olağanüstü affedici ve kin tutmayan bir kadının, yaşlandığında bir gün tesadüfen bunu öğrenince namaz kılmayı bıraktığı bir ülkeyiz bu yüzden…
Oysa tarihini bilmek, dilini, dinini, adetlerini, geleneklerini kökünden doğrusuyla öğrenmek herkesin boyun borcu olmalıdır.
Neden tahtaya vurdum ben, namaz kılarken Allah’a ne diyerek yakarıyorum, günah ne demek, ne yapınca gerçekten sevap işlerim, bu dünya ne zamandan beri var, insan ilk gününden bu güne nasıl bir yol izleyerek geldi, atalarım nasıl yaşadı, neye inandı, neden başımı secdeye, yere yani toprağa koyuyorum, güneşin doğuşunu niye secdeyle karşılıyorum, bu kadar uzun olan kutsal kitabım ne anlatıyor acaba, neden bazı insanlar geleceği gerçekten hissedebiliyor da ben göremiyorum, neden bir takım kişiler ellerinde değişik bir enerji saklıyor, neden bazı insanların yüzünde aydınlık ve mutluluk hissediliyor, büyü ve muska nedir, neden yasaklanmıştır (etkisinin inkar edilmesi değil de yasaklanması ilginçtir), şifacılık, büyücülük kötüdür, yasaktır da neden çok geniş inanış bulur, gibi daha yüzlerce, binlerce sorunun bilimsel cevaplarını bulabilmek belki de bir türlü dengeye oturamayan insan doğasının “felah”ını sağlayacaktır.
Batılı toplumlarda kendilerine ait tarih öncesi dönemlere tekrardan ilgi gösterme, sorgulama- irdeleme zorunluluğu doğmuştur uzunca bir süredir. Bu geçmiş ilgisinin bir nedeni, üretici güç anlamında ne denli gelişkin bir toplum olurlarsa olsunlar; yüzyıllardır süregelen din- gelenek- görenek -tarihsel üretici gücün etkisinin inkar edilemeyeceği gerçekliğidir. İnsanlık; en gelişkin teknolojik seviyede bile kendini inanış- gelenek- görenek olarak etkilemeye devam eden SIR’rı arıyor aslında… “Da Vinci’nin Şifresi” kitabı, batı dünyasının geçmişine bu anlamda tuttuğu bir ışıktır ve İsa’nın da herkes gibi bir insan olduğunu, din derebeylerinin gereksiz yüceltmelerine ters olarak sadece bir önder olduğunu söylerken gerçek mistisizmin de tam bu noktada olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.
Batılılar’ın Temple (Tapınak) Şövalyelerine, Katar Şövalyelerine karşılık bizim Şeyh Bedrettin’lerimiz, Horasan erenlerimiz, Yunus Emre’lerimiz, Hacı Bektaşi Veli’lerimiz, Mevlana’larımız, Karacaoğlan’larımız, Dede Korkut’larımız vardır.
Acaba tarihimizin ve gerçek doğamızın SIR’rı kendi köklerimizdeki unutturulmaya çalışılan Kızılderililiğimizde mi saklı?
Batının kendi eski paganizminin anlamsız inançlarının popülaritesinin artmasına karşın gerçek SIR, Batı’nın Paganizmde olduğundan çok daha fazla bir biçimde Doğu’nun Şamanizm’inde saklıdır aslında…
Batılı yazarlar gelip; bizi bizden, yine bizim değerlerimizle ve ışığımızla daha çok aydınlatıyor bu yüzden. Elimize alıp onların Secret’lerini, Da Vinci’lerini okuyor, Matrix’lerini seyrediyoruz hayranlıkla…
Batının ürettiği hayranlık uyandıran pek çok eser, farkında olmadan bizim kendi köklerimizin ve atalarımızın değerlerini ve bilgilerini modernize edip yine bize sunuyor. Modern batıda artık ciddi kabul gören şifalanmalar, terapiler, meditasyonlar, enerji ve bitki tedavileri, şaman atalarımızın mirasının çalınmasından başka bir şey değildir. Bizim farkında olmadığımız, bilmediğimiz, unuttuğumuz geçmişimizde kalan değerli gerçeklerimiz, “din dışıdır” korkutmasının altında ezilmiştir. Oysa hiçbir eski Türk eserinde bugün eski din diye bize sunulan şaman geleneklerinin din olarak kabul edildiğine dair bir kanıt yoktur.
Şamanizm, sadece doğayla uyum içinde yaşamanın, ruh- doğa- insan üçgeninin gerçek dengesinin eski bir yöntemidir. Din ve putperestlik şekline dönüşmesi, zamanın kötü aşındırmasından başka bir şey değildir. Bütün inanışlarda olduğu gibi (gerçek İslam’ın hala anlaşılamamış ve dar bakışlı ulemanın şekilciliğine hapsolmuş olması en güzel örnektir) kişilerin elinde aslını kaybetmiştir.
Yapmamız gereken; kendi gerçeğimizi eksiksiz öğrenmektir.
Dünkü gerçeğimizin bugüne yansıması doğru açılarda olmazsa, nerden gelip nereye, niçin gittiğimizi bilmeden, ayakları yere basmayan bir yarın oluşturmamız kaçınılmazdır. Zaman, dünden bugüne mutlaka farklı bir gerçekle yarın önümüze çıkacak olsa da; bugün ifade ettiğimiz ve yaşadığımız gerçek, dünkü gerçeğimizle uyum içinde olmalıdır.
Değişimleri ve paradoksları doğru kucaklamak ve kendini geçmişe ve geleceğe bakarken sınırlamamak, görüş alanını geriye ve ileriye doğru çok boyutlu tutmak, kendine vereceğin en doğal ve doğru hediyedir. Bu bakışla ancak dün- bugün- yarının dengesini yakalamak mümkün olabilir ve gerçek felah, yaşadığın evrenle senin uyumlanmandaki Sır’rı yakalamakta saklıdır. Bu günkü hiçbir inanç ve sistemin, uygulandığı şekliyle, insan için gerekli olan gerçek uyumu yakalayabildiğini kimse söyleyemez. Yakalayabilseydi, gerçekte cennet olan ve bugün cehenneme dönüşen mavi dünya ile üzerinde yaşayan milyarlarca insan ağlıyor olmazdı şu anda…
Aborjinin neden toprakta çıplak yattığı, ottan, kemikten enstrüman yapıp olağanüstü tınılar çıkarttığı, hayvanlarla, bulutlarla nasıl konuştuğu, kilometrelerce uzaktaki yakınıyla uydusuz nasıl haberleştiği, kızılderilinin neden beyaz adama düşman olduğu, şamanın geleceği nasıl görebildiği, nasıl şifa verebildiği düşünülmeli ve doğadan kopan sözde modern insanın neden egoist, duyarsız, sömürücü olduğu, kendine ve dünyaya zararlı zevklerin peşine düştüğü, dününe ve yarınına gözünün neden kapalı olduğu, sonunun geldiğini bile bile inatla yanlış yoluna neden devam ettiği cevaplandırılmalıdır her bir beyinde…
“Biz onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar” Yasin suresi 9-10
Köklerimdeki şamanın tören sırasında neyi neden yaptığını, sosyolojik ve arkeolojik geçmişimin hangi yollardan geçtiğini, güneşin neden kutsal sayıldığını, İncil’in, Tevrat’ın ne anlattığını, meditasyonun ne işe yaradığını, namazın neden huşu ve vecd ile kılınması gerektiğini, orucun neden tutulduğunu, zikir ve mantranın ne olduğunu, Kur’an’ın ve Allah’ın benden ne istediğini, kısacası dünümden ne alarak bugünümü nasıl yaşayacağımı ve yarınımda arkamda ne bırakarak gerçek yerime gideceğimi yalın gerçeğiyle ve sadece gerçeğiyle öğrenmem gerek…
Nameste.
Nesrin Dabağlar